Her şeyi Çürütür Zaman…

 

         HER ŞEYİ ÇÜRÜTÜR ZAMAN

          YILMAZ ODABAŞI

         Kalplerimizin kuytu yerlerinde bize özel sığınaklar vardır; o sığınakların gündemleri, gündelik hayatın vasat gündemleriyle örtüşmez. Orada bazen buruk, ağlamaklı, bazen de kasırgalar gibi dolaşır durur düşlerimiz...
       Kalplerimizdeki düşleri, özlemleri incitip üşüttüğümüzde, ateşi bilincimizi sarar ve o ateş, giderek içimizin sokaklarında bir kaos başlatıp iç barışımızı bozar. O zaman ya düşlerimizin iniltilerini teskin edip o ateşi düşürmemiz veya hep acıyan, hep acıtan o ateşle ve içimizin sokaklarındaki tedirgin sorularla yaşamaya alışmamız gerekir.
       Çünkü düş oldukça peşi sıra insandır; çünkü en çok düşlerimizin bize hesap  sormaya hakkı vardır.
       Sonra kalplerinizin kuytu yerlerindeki sığınaklarda kendimize telkin ve terapi seanslarıyla bekleriz…
       Bekleriz…İnsanı, aşkı, olmayı, onarılmayı…
       Zamanın açtığı yaraları yine zamanın sarmasını bekleriz. Düşlerimizin başucunda bir tüfek gibi dikilerek bekleriz. Küçük nehirlere, limanlara burun kıvırır, çoğu zaman okyanuslara ait olduğumuza inanırız…
       Düşüp kaldığımız ya da itilip unutulduğumuzu sandığımız derin, karanlık ruhsal girdaplarda sabırsız bir acıyla beklerken, çoğu zaman küçük sevinçler, küçük yolculuklar hep bir kenarda durur, hep erteleriz… O kitabı sonra okuyacak, akşam yürüyüşlerine sonra çıkacağızdır; şu işimiz de bitsin, filancalar gelip gitsin, her şeye daha sonra zaman olacaktır. Her şey, daha sonra, her şey yoluna girdiğinde yapılacak, söyleyeceklerimizi bile daha sonra söylenecektir…
       *
       Derken zaman, yani o büyük ve gizemli güç, hayatın düşlerimizin gerisindeki kırıntılar olduğunu açıklar, anlatır bize.
       Belki okyanuslara gider, kasırgalarla boğuşur, ama bir damlaya yenilip döneriz ve zamanın, hep ertelediğiniz ne çok şeyi nasıl öğüttüğünü, küçümsediğimiz nehirleri nasıl kuruttuğunu; ihmal ettiğimiz o küçük sevinçleri ve sevgileri nasıl soldurduğunu, belki ileride,  bir gün yürüyüşler yapmayı  düşündüğünüz ıssız yollara devasa binaların inşa edildiğini fark ederiz. Tıpkı bir İspanyol atasözünde olduğu gibi, “Don Kişot olmaya giderken, evimize bir Şanso Panço olarak dönmek”le kalmayıp, gün gelir burun kıvırdığımız o küçük şeyleri de büsbütün avuçlarımızdan kayıp gittiğini görürüz.
       Çünkü avuçlarına bırakılan bütün dostlukları, sevgileri, planları çürütür zaman. Çünkü zamana rüşvet veremezsiniz, kendinizi ikna etseniz de zamanı edemezsiniz. Bir düşünür, ”Sevginiz  ya da dostluğunuz zaman ve uzaklıkla sınırlı ise o yok demektir,” diyordu…
       
       Yaşadığımız gezegen milenyumu kutlarken,  o  tarihte “düşünce suçu” mahkumiyetlerimin bir yenisi için bir cezaevindeydim. Diktörtgen bir gökyüzünün altında ikinci baharımdı. Yirmili yaşlarında siyasal suçlardan mahkum olmuş altı yedi kişiyle birlikte kalıyordum. Koğuşumuzun havalandırmasında sadece taş duvarlar ve bir basketbol potası, dışarıda ise kışkırtıcı bir bahar vardı.
      O bahar, koğuş pencerelerinin tam karşısındaki avlunun taş duvarlarına boydan boya sarmaşık ekmeye karar verip, ceplerine üç beş sıkıştırdığım gardiyanlara rica minnet  poşetler dolusu toprak getirttik. Duvarın dibine yığdığımız toprağa geniş suntalarla çevreledikten sonra o sarmaşık tohumları ektik.
       Baharla birlikte birkaç ayda gelişip uzayan sarmaşıklar, havalandırma duvarında çivilere çaktığımız iplere boylu boyunca sarılmakla kalmayıp, kimileri duvarları aşarak dışarıya göz  kırpmaya başladılar.
       Fakat koğuştakiler, şarmaşıklar yüzünden avluda rahatça basketbol oynayamıyor ve o bana,  arada bir tedirgin bir sesle: “Top oynayabilsek çok iyi  olurdu hani,” demekle yetiniyorlar, kırılmamı da istemiyorlardı.
      Yeni bir sonbahar geliyordu; bütün kışı tabut gibi daracık bir koğuşta balık istifi geçirecektik. Bu yüzden  bir tercih yapmak zorundaydık. Bir gün  ranzalarına uzanmış koğuş arkadaşlarıma dönüp, ”Sarmaşıkları artık sökebiliriz,” dedim. Onlar ranzalarından sıçrayıp sevinçle avluya yöneldiklerinde, ben o infazı görmemek için cezaevi kütüphanesine gittim.
      Bir saat kadar sonra döndüğümde, koğuştakiler sarmaşıkları yolup toprağıyla birlikte bir köşeye istif etmiş, keyifle top oynuyorlardı. Beni görünce bir an duraksayıp yüzüme mahcup bir ifadeyle baktılar. Onlara gülümsemeye çalışarak: ”Sorun değil çocuklar, kışın nasılsa kuruyacaklardı,”dedim...
        Onlar oyunlarını sürdürürken, gün be gün büyüttüğüm sarmaşıkların bir köşede büzüşüp kalmış cesetlerine burkularak bakarken, dallardaki küçük, siyah tohumlar dikkatimi çekti. Cezaevinde büyüyen o tutsak ve ölü sarmaşıklar, gövdelerinde bıraktıkları tohumları atıldıkları yerden sanki bir vasiyet gibi sunuyorlardı... Tohumlarını bir kalem kutusuna bırakırken, onları bir gün, dışarıda diledikleri gibi özgürce büyüyebilecekleri bir alana ekeceğime dair kendi kendime söz verdim.

       Tabii zaman geçti, içeriden çıktım. Sonraki üç yıl oturduğum evlerin hiçbiri o sarmaşık tohumlarını ekmeme uygun olmadı.
      Arada bir o sarmaşık tohumlarının bulunduğu kalem kutusuna çalışma masamın çekmesinde rastlıyor, açıp bakıyor, onlara dokunuyor ve bir gün her bir tohumun bir evin duvarlarını boylu boyunca nasıl saracağını düşünüyordum.
       Dört yıl sonra taşındığım müstakil evde bir ilkbahar, o tohumları evimin duvarının ön cephesindeki toprağa ektim. Birkaç günde bir sulayıp sabırla bekledim. Bekledim, fakat iki hafta kadar zaman geçmesine rağmen hiçbirinin filizleri bile görünmeyince, dört yıl sakladığım tohumlarının artık çürüdüklerini anladım.
       Zaman, o tohumların bile sarmaşık olma düşünü çürütmüştü…


       Şimdiyse dönüp geriye, upuzun yıllara bakıyorum da, aşklar vardı, dostlar vardı, gidilecekti…Söyleyeceklerim aklımın, yazacaklarım kalemimin ucundaydı. Hepsi…Hepsi kalbimin ve zamanın avuçlarından nasıl da kayıp gittiler…
       Gittiler…
       Kimi eski dostlar, artık öyle çok da görmek istediğim dostlar değil. Eskiden okumayı tasarladığım bazı kitaplar artık asla okumayacaklarım, o yıllar yapmak istediklerim şimdi yapmayacaklarım ya da yapmayı istemeyeceklerim.
       Mesela, eskiden daha kalabalık olmak isterken, şimdi yalnız kalmayı yeğliyorum. Beğenilerim, tutkularım, rüyalarım, yaşam üslubum -bile- değişmiş.
       Oysa tam sorunlarımı çözdüm, işte oturdum, soluk aldım, zamanım da var, artık gidebilirim derken, bir  baktım ki artık gitmek istediğim pek fazla yer de, yol da  kalmamış.
       Siz olun, tutkularınızı, düşlerinizi, sevgilerinizi ve yolculuklarınızı ertelemeyin; çünkü çürürler. Çünkü dokunduğu her şeyi çürütür zaman.
       Her şeyi. Evet, her şeyi çürütür zaman…

       -------

      "Hayatın Düşlere Borcu Var" adlı kitabından.(2.Baskı Siyah Beyaz Yayınları)