YILMAZ ODABAŞI İLE ŞİİR VE...

   

        SÖYLEŞİ: YILMAZ ODABAŞI İLE ŞİİR VE...

        

            “Çağ ve şiir?”

           “Çağ, beraberinde birçok sosyal, kültürel dönüşüm ve yenilikle birlikte, insanlığın sanayi cehennemindeki yalnızlığını da giderek büyütüyorsa ve şair için şiir, bir duyarlık üleşimi olarak bu mutsuz olma durumuna da bir manifestoysa eğer, bu manifesto yeni çağda boyutlanmak zorundadır. Çünkü  enformasyonun, sanayileşmenin, özetle modernitenin evreninde şiir, insanın giderek irileşen yalnızlığına bir panzehir de sayılıyor, bir gereksinme oluyorsa, bu gereksinimi ancak ”nesnel karşılık” içeren yapıtlar karşılayabilir.

            Yani şair, bu cehennemin cenderesinde kendi özerk cennetini şiirle kurarken, şiir, yeni  çağın acılarını ve dışarıda örseleyen, savuran sanayi uygarlığının ‘yeni hayat’ını da açıklamak, karşılamak zorundadır. Bunu, “Şiirin bir nesnel karşılık” içermesi olarak nitelemek daha doğru olacaktır.

            ‘Nesnel karşılık’ nitelemesi, benim şiirimin omurgası sayılır.Çünkü popüler kültürün seri üretimi, giderek sanat yapıtlarını da yabancılaşmanın faktörleri haline getiriyor; tüketim toplumu histerisinde ve zarif bir vahşetin pazar ilişkileri ağında ‘kimi’ sanat yapıtları da içeriğinden yalıtılıyor. Bu çürümenin özneleri, adeta yazım kılavuzlarına dönüşen sözcük yığınlarında belki de çoğu kez kendi yabancılaşmış ruhsal yansımalarını görerek avunuyorlar.

         Oysa ki şiir, en büyük süngüyü bu  rasyonaliteden yiyorsa eğer, biçimsel yetkinlik ve yenilik gibi kaygıları da hiç yadsımadan, olup bitenle didişmeyi, ezber bozmayı da gözetmelidir.”

          “Çağ ve şair?”

           “Çağımızda şair, şiirin insanlık tarihiyle yaşıt mirasını da devralıyor. Bu miras, bize hem şiirde daha yeni olanaklar sınayabilmeyi sunuyor, hem de daha önce sınanmış biçim ve milyonlarca imge ile bir anlamda önümüzü de tıkıyor.

           Yeni bir çağ, yeni kuşaklarla birlikte ‘yeni insan’ını da kuşkusuz beraberinde getiriyor. Bu ‘yeni insan’, sosyo psikolojik olarak önceki çağ ve toplumsal dönemlerin insanından farklı özellikler taşıyor; bu farklı ruhsal ve karakteristik özellikler arasında medya kuşatmasında uzaktan kumanda edilmesi, kendi iç evrenine yönelerek yalnızlaşması var, toplumsal reflkslerinin  iğdiş edilmesi var. Özetle, bir şair bıçkınlığı, coşkusu taşımaktan uzaklaşan bir nicel kalabalıkta birileri, bu ‘yeni hayat’ın ve ‘yeni insan’ın şiirini artık nasıl yazacaktır? Ayrıca, yazılsa bile, üretilen, artık yayın tekellerinin ve görsel medyanın manyetik alanındaki uzaktan kumandalı potansiyele (bu piyasa  ilişkilerinin kirine hiç bulaşmadan) ne oranda ulaşabilecektir?     

           Zira artık“yapıt”ın sunumu, okurun da, eleştirmenlerin de tercihi olmaktan çıkmış, tamemen basın-yayın tekelleriyle dirsek temasıyla orantılı hale gelmiştir.Medya, ne düşünelecek, ne tartışılacak ve ne okunacaksa onu da biz belirleriz yaklaşımıyla yığınları manipule etmekteyken günümüzde herkes gibi şair de bir kirlenmede ve kuşatmadadır. Bu kuşatmayı nasıl kıracaktır? Aslında şair, meta değil, şiir üretiyor; ne var ki ürettiği pazar dolaşımında bir meta olarak sahipleniliyor ve sunuluyor. Şairin bu reel durum karşısında-varsa- masumiyeti ise sonucu değiştirmeye yetmiyor.

          Artık bu yeni çağda kimse Robenson değil. Her birey gibi şair de nesnel gerçeğiyle direkt bir etkileşimde ve sistemin hem nesnesi hem öznesi haline getirilmiştir. Hiç kimse ve elbette ki şair de artık masum değil.Tüketim toplumu bireyi olan şair de artık ‘meşru’dur; meşru birey, ‘yıkıcı’ ve ‘illegal’ olması gereken şiirin mecrasına nasıl akacaktır?

                 

          Artık toplumun şairden, şairin toplumdan beslenmesinin olanakları birer birer gasp edilirken, binlerce yapay gündemin atmosferinde, bu enformasyon çağında insanlığın antenlerinin nelere, nerelere yöneltildiğini görmemiz, şairin ve şiirin onuru adına irkilmemiz için yeterlidir.

           Kuşatma artarak, boyutlanarak sürüyor ve sürecek.2000'li yıllarda popüler kültürün hegemonyası, medyanın da katkısıyla bu ülkede  ciddi boyutlarda deformasyona neden olacaktır.Şair de konumunu buna göre belirlemelidir.Ya popüler kültüre göre  sığlaşarak medyanın yörüngesine girecek ya da kendini geri çekip bu anti estetik, anti ideolojik durumdan yalıtarak vakur bir yalnızlığı, bir anlamda dışlanmışlığı yaşayacaktır.Çünkü şiiri olmayanlar şair, müziği olmayanlar müzisyen olacaklardır...

         “Şiir ve coşku?”

          “Şair, ilk dizesini yazdığı an’dan itibaren verili olanı reddeden bir tercihle uzun menzilli bir itirazın peşine düşmüş demektir. Bu itiraza yaraşabilmek için ille de sarsılmalı ve önce kendi evreninde depremler yaşamalı, coşkusu ise hep bir şahlanışta durmalıdır.

           Aslında Türkiye’deki edebiyat ortamı, bizim içimizdeki çocukluğu ve o çocukluktaki coşkuyu defalarca katletti; bir de okurların ilgi ve duyarlığı olmasa, her türden rant ilişkilerinin, kötülüğün ve kirlenmenin sürdüğü böyle bir edebiyat hiç ortamında durmazdım. Ama neyse ki şiir, mangalar, düzineler halinde paslaşmalardan değil, yaşamdan ve insandan besleniyor. Neyse ki her türlü örselenmenin nedeni olan yaşamı ve insanı da yine bu iki bileşen -yani yaşam ve insan- onarıyor...

         Şiirin objesi de asıl yaşam ve insandır. Yaşam dinamik, insanın evreni ise uçsuz bucaksızdır; kendine bu iki bileşende karşılık bulan şiir ise coşkuludur. Bana kalırsa günümüzde şaire en çok ‘çarmıh’ sözcüğü yakışıyor. Dışarıda her gün coşkularına tükürülen insanlığın yüzüne bakmaktan utandıkça ve o utancı kalbinde büyüttükçe, şair de çarmıhını yedeğinde taşıyıp ‘günlerin çarmıhında’ yaşıyor. Başarabilirse, coşkusunu hep yedeğinde taşıdığı o çarmıhtaki çığlıklardan emziriyor ya da mağlup olup coşkusunu tam da bu gerçeklikte yitiriyor.

       Benim şiirim temasız, düşüncesiz bir şiir değildir; ama salt düşüncenin şiiri de değildir; yalnız düşüncenin şiiri de olmaz.Ben ruhsal aykırılığımın, yüreğimde kopan fırtınaların ve o fırtınalardaki coşkunun, hüznün şiirini yazmaya çalıştım hep. Gözettiğim coşkuyu, içtenliği içermeyen nice şiiri de yırtıp attım. Çünkü aforizma filan değil, şiir yazıyordum. Şiire coşkuyu damıtmak ve o coşkuyu da okura taşımak, günümüzün coşkuları yağmalanan insanına yapılabilecek anlamlı jestlerden biri olmalıdır.

           

       Coşku ise salt içerikte değil, kanımca biçimdedir de; biçim, coşkudaki çıplaklığı giydiren güzel ve gerekli bir elbisedir, içeriği bütünler.

       Şimdi şiirin onuru ve etiği; bu yüzden coşkusu da bazı sözde edebiyat  ve medya ve medya merkezlerinin manipülasyonlarıyla kirletiliyor. Bize düşen ise, hep aynı cocukluktaki coşkuya ve o coşkudaki şiire de tutunmaktır...”

         “Şiir ve gerçeklik?”

         "Picasso, ‘Sanat, gerçek değildir, bize hakikati anlamayı öğreten bir yalandır’ diyordu. Yine yanılmıyorsam Ritsos, ‘Gerçek, sanatta salt yaşanan değil, düşlenendir de’ diyordu. Bu cümleleri düşünürken evimdeki akvaryuma bakıyordum ve önümdeki bir kâğıda şöyle not düş müştüm.(Bu notu,  bir şiir kitabımın son sayfasına almıştım.) Şöyle diyordum:“Bir akvaryumu yazmak, akvaryumda yaşamaktan kolaydır; bu yüzden her dize biraz eksik, her şiir biraz yalandır...” Zira, aslolan hayattır!

           Şiirde gerçekçilik direkt, somut değil, soyutlamalarla, imgelerle sindirilmelidir. Yoksa yazdığımız parti bildirisi ya da gazete haberi olur. Edebiyat, yalnız esinlenen değil, esinleten de olmak zorundaysa eğer, şair, yalnız gerçekliğin somut evrenine değil, düşlerinin imgelem denizinde, ütopyalarına gezinebilmeli, fakat şiirinin harcından yine de gerçekliği kovmadan şiirinin yapısını, çatısını kurmalıdır.  

          Özetle şiir, somut gerçekliği imgesel bir mecrada estetize etmeli ve bu gerçekliğe şiiri şiir yapan asıl faktörlerle- imge, ritm, sözdizimi, metafor vb. ile tamamlamalıdır.Çünkü gerçek, tek başına şiiir değildir, ama şiir, gerçeğe de sataşan, onu estetize eden bir söz sanatıdır.   

           “Şiir ve esin?”

          “1980 yılında, çocuk denecek yaşlarda şiire koyulduğumda, nice yitirilmiş şairi yitmemiş şiirleriyle sarsılarak tanışmıştım. Öyle örnekler vardı ki, tıpkı benim Ahmed Arif’le aynı kentli olmam, kültürel ve ideolojik akrabalığımla hep onun yörüngesinde kalacağım, onu izlek alacağım kaygım gibi, bazan ‘bu şairlerden sonra şiir yazılmaz!’ diyebilecek kadar ürktüğümü itiraf edebilirim…

           Mâkul esinlenmeler belki hoşgörülebilirdi, ama her şair kendi dilini, özgünlüğünü edinerek şiirin kulvarında soluk alabilirdi. Böyle görkemli bir miras sözkonusuyken, bir özgünlük sınavı vermek gerikiyordu. Kendi adıma bu sınavı verdiğimi düşünüyorum. O yıllar, yani 1980’lerde Türkiye ve dünya şiirini kendi koşullarımda izlerken, daha ‘iyi’ değil, daha ‘yeni’ bir şiir yazabilmek umuduyla şiire koyulmuştum. Yeni bir tarihsel, toplumsal süreçte daha farklı siyasal kıvılcımlara ve yeni kültürel dönüşümlere tanıklığımı ürettiğime taşırsam, şiirime bir yenilik, bir işlevsellik katabilir miyim?’ diye düşünüyordum.

           Şimdi ürün yayınlatma boyutuyla yirmi yılı aşan emeğimin ardından, bu kaygıma yaraştığımı söyleyebilirim. Eğer ‘esinlenmekten’ kastettiğiniz buysa, özetle bunları söyleyebilirim. Ama bir de şairin yaşamdan, insandan, nesnelerden, objelerden vb. esinlenmesi var...O da başlı başına bir başka sohbetin konusudur.”

          “Şiir ve gelenek?”

          “Yine şiire başladığım ‘80’li yılların ilk yarısından örnekleyecek olursam, o yıllarda şairlerin gelenekten nasıl beslendiklerini filan araştırdığımda, karşıma hep uç örnekler çıkıyordu. Örneğin, 1985 yılında Gösteri dergisinde kendisiyle yapılan bir söyleşide şair Metin Eloğlu, ‘Gelenekten payıma zırnık düşmemiştir,’ diyerek geleneği büsbütün yoksayan, yadsıyan bir tavrı yeğlerken, şair Hasan Hüseyin  ise denilebilir ki bütünüyle geleneğin saçağında üretiyordu.

         Aradan geçen yıllarda her ikisinin de Türkiye şiirindeki konumlarını daha nesnel kavradığımda, ‘gelenekten payına zırnık düşmeyen’in de, geleneğin bahçesinde çoğaltmalarla uyak üretenin de çok başarılı şairler olmadıklarını gördüm...

         

         Bu yüzden geleneği yadsımamak, ama bütünüyle geleneğin saçağında da yazmamak gerektiğine inanıyorum. Yaklaşık on yıldır geleneği yadsımadığımı, ama geleneğe körü körüne bir bağlılığın da günümüz çağdaş şairini geriye götüreceğini; yani çağın yeni insanının yeni yaşamına ne geleneği büsbütün yadsıyan ne de bütünüyle sahiplenen bir şiir anlayışının karşılık içermeyeceğini savunuyorum.

        Mesala Necip Fazıl’ı da, Nâzım Hikmet'i de şair olarak çok önemsiyorum; ama kendi konumlanışımdaki ideolojik tercihte elbette ben Nâzım’la saf tutarım. Etik, ideolojik ve estetik tercihte Nâzım’dır benim idolüm. Ancak, şiirin estetik kuruluşunun onuru adına Necip  Fazıl’a, Sezai Karakoç’a, İsmet Özel’e dek benimle aynı estetik mecrada olmayan hiçbir şairin şiirine(söylediklerine, ideolojik tercihlerine değil, şiirine) saygısız olma hakkını vermem kendime. Fakat benim de ideolojik tercihlerim ve beslendiğim bir mecra, bir gelenek vardır.

        Bu beyanlarımla anlaşılacağı gibi, şair, geçmişte kalmış olanla bugündeki, yitmiş olanla yaşayan arasındaki dengeyi temkinli gözetmelidir. Bu da yukarıda özetlediğim gibi geleneği bütünüyle yadsımamak, ama o besiden yararlanıp onu çağdaşa uyarlamakla olanaklı olacaktır.”

      (Yazın, Frankfurt-Almanya, s. 78, Kasım 1997) 

       Yukarıdaki vb. seçilmiş söyleşiler Mart 2016'da "GİDERKEN BIRAKTIĞIM" (Siyah Beyaz Yayınları) adlı kitabında toplanmıştır.